11 Eylül 2010 Cumartesi

Referandum'un R'si



Malum son haftalara doğru feysbuktan emesene, internetin her türlü ortamında referanduma dair tartışmalar / videolar / yazılar paylaşılmıyor, adeta kusuluyor. Zaman zaman ben de feysbukta bu "Evet / Hayır" meselesinin Erkan Yolaç programına dönmesinden dolayı olan büyük rahatsızlığımı dile getirmiştim. O yüzden bu yazı artık bunu yeniden dillendirmekten ziyade, sıkı 'Evet'çi ve 'Hayır'cıların tabiriyle "13 Eylül sabahı bambaşka bir Türkiye'de uyanacağımız" iddia edildiği için referanduma dair hasbelkader bireysel fikrimi (bir hukukçu kadar anlayabilmek çok zor, haliyle) ve birkaç eleştiriyi içermektedir. Bertaraf olmamak adına...

"Bazı" 'Hayır'cılara:

Öncelikle bazı "Atatürk ilke ve inkılaplarını savunan, vatanperver, AKP Anayasası'na Hayır!" diyenleri yıllardır neden bir konuda bu kadar direndiklerine dair anlayamıyorum: Bu siyasi olmasından çok hukuki bir mesele! RTE ile, AKP ile, Bilal'in gemiciği ile alakalı bir konu değil. Her seferinde AKP'nin 8 yıldır memleketi ne kadar soyduğunu, Tayyip'in "Egemenlik Allah'ındır!" hedesini vurgulamaktan vazgeçilmeli. Bu kadar sığ bakılmamalı en azından. Bir iktidar var ve bir anayasayı oylamaya sunuyor. Bazen gerçekten cehaletle suçlanan AKP seçmeninden daha cehalete batmış olabiliyor bu kesim, hayretler içinde bırakıyor. Daha çok şey var bunlar için söylenecek ama vurgulamak istediğim bu değil. İki tane Tayyip / Fettullah videosundan siyaset öğrenenlerle vakit kaybetmenin alemi yok.

Ne kadar demokratik?

Taslağı inceledim, fakat başta da dediğim gibi hasbelkader. Sonuçta bir üniversite öğrencisinin siyasi / ideolojik yetkinliği ortalamanın üzerinde olabilecekse de işin içine 'hukuk' girince durum farklı oluyor. 26 değişiklik önerisinden hatırladığım kadarını değerlendirmek gerekirse:

Askerin sivil yargıda yargılanmasının önünün açılması gerçekten ülkenin demokratikleşmesine katkı sağlayabilecek bir hamle. Zira çoğumuz biliyoruz ki ordu zaman zaman Türkiye'de ilerlemenin / kalkınmanın önünü kesen kurum olmuştur, maalesef (fazla açmak istemiyorum). Kadınlara / çocuklara pozitif ayrımcılık 'taslakta muğlak görülmesine rağmen' iyi atılım. Diğer maddelere gelince şahsım adına iş biraz değişiyor. Örneğin; ağızlarda sakız olan bir 'Toplu Sözleşme' meselesi var: Güzel güzel anlatılıyor 'şöyle olur, böyle olur' diye. 'Uzlaştırma Kurulu'ndan bahsediliyor. Fakat Teklif Metni'nin 11.maddesinde bir şey çarptı gözüme:

"Ancak, malî ve sosyal haklara iliskin toplu sözlesme hükümleri saklıdır.”

Benim buradan anladığım kabaca şu oldu: Uzlaştırma Kurulu bu konularda istediği / inandığı şekilde özgür karar alabiliyor. Peki bu kurulu kim atıyor / seçiyor? Cevap pek açıklayıcı değil. 5.Madde'de diyor ki:

"Toplu sözlesme hakkının kapsamı, istisnaları, toplu sözlesmeden yararlanacaklar,
toplu sözlesmenin yapılma sekli, usulü ve yürürlügü, Uzlastırma Kurulunun teskili, çalısma
usul ve esasları ile diger hususlar kanunla düzenlenir.”

Tatmin edici gelmekten ziyade keyfi bir kurul yaratıp usul ve esasların sarsılması olarak algıladım bu kararı. Sendikal faaliyetlerin yok denecek kadar azaldığı ve işçilerin mağdur olduğu günümüzde, kalkınmanın esas alınmadığı bir sıcak para politikasını canlandırmak adına işverene / sermaye sahibine "Al da at!" denen bir düzen sezdim.

Anayasa ve HSYK maddelerine şu sebep dolayısıyla çok girmek istemiyorum: Birincisi; demokrasinin esaslarını süreci kolaylaştırmak adına hiçe sayan bir iktidar mı, yoksa tutarsız/samimiyetsiz bir 12 Eylül kalıntısı bürokratik hakimler / savcılar takımı mı? Nereden tutmaya çalışsak elimizde kalır.

'Evet' ya da 'Yetmez ama Evet!' diyenlere saygım sonsuz. Fakat bu anayasanın demokratik olanı ya da daha demokratik bir anayasa olduğunun iddia edilmesine karşılık kafamda (evet, kafamın içinde) şu sorular var:

- Genel ve yerel seçimlerde 2 metre pusula yapmaktan çekinilmezken neden aynısı referandumda yapılmıyor da 26 madde tek tek oylanmıyor? Neden aylar öncesinden buna dair bir çalışma yapılmıyor da 1982 referandumu tekrarlanıyor?
- Bir yıldır diline "Kürt açılımı"nı dolayan iktidar, çekilen bu kadar acıdan sonra Kürtlere pozitif ayrımcılığın 'anayasal' açılımını neden bu pakete dahil etmedi?
-Geçici 15.madde kaldırılacak deniyor. MGK'nın tek yaşayan üyesi maaşallah 'domuz' gibi olmasına rağmen 93 yaşında olduğu için yaş haddinden yargılanamayacak. Neden bunu sadece kaldırmak yerine daha kapsamlı bir madde üzerinde çalışılmadı?
- Türkiye sadece Türk, Kürt ve Alevilerden mi oluşuyor? "Yaradanı yaradandan ötürü seven" sayın Başbakan neden gayrimüslimlere dair bir temennide bulunmadı? Neden onlar bu oyuna dahil değil? Referandumda gelecek oylar adına neden '6-7 Eylül rezaleti' unutuldu?
-Elif Şafak, Orhan Pamuk gibi dünyaca ünlü yazarları mağdur eden, hatta Hrant Dink'i 'öldüren' TCK 301.Madde neden hala kaldırılmadı?
-12 Eylül'ün ve Marmaris'te oturanın ürünü YÖK neden hala var? Neden alternatifi geliştirilmiyor?
-Tüm bunlar adına birşeyler yapılabilmesi için zemin hazırken (bkz: Kürt açılımı, Başbakan'ın demeçleri, YÖK ile ilgili hükümetin görüşleri ve planları) neden bunların yeni anayasada da durması planlanıyor? Neden daha iyisi için beklemek zorundayız, "Daha iyisini yapana kadar en iyisi bu"?
Tahminen:

44 milyona yakın seçmenin katılacağını düşünerek, yarın %10'un biraz daha üzerinde bir 'Boykot' göreceğiz, ki bu 'Boykot' içerisinde ikametgâhı başka şehirde olup gidemeyenler de olur. Kalan %90'dan 'Evet' ve 'Hayır' oylarının da %40-50 arasında olacağını, 'Evet'in 'Hayır'a baskın çıkacağını düşünüyorum. Net olarak:
'Evet': %48-49
'Hayır': %40-41
'Boykot': %10 -12
Genel görüş:

"Şu doğrudur, bu yanlış!" gibi birşeyi söylemenin / dikte etmenin yanlış olduğu kanısındayım. 12 Eylül'den sonra bireysel menfaatlerini düşünen bir toplumun bu oylamada çıkarlarını düşünmesi normaldir. Örneğin; 12 Eylül'den çekmiş birisi "Hiçbirşey umurumda değil, askerin yargılanmasını, bedel ödemesini istiyorum ve bunun yapılacağına inanıyorum!" der, bize saygı duymak düşer. O yüzden tüm fikirleri destekçisine göre tutarlı buluyorum, 'Boykot' dahil.

Fakat benim fikrim:

'Evet' hiçbirşeyi değiştirmeyecek, sadece 3.döneminde hırçınlaşan bir 'tek başına iktidar'ın meşruiyetini ve ideolojik kalıcılığını sağlamlaştırmasını izleyeceğiz. Fakat vatan millet çığırtkanlıkları yapanlar gibi de bir felaket senaryosu görmüyorum. Sermaye ve statüko el değiştirecek. Vatandaş yine aynı vatandaş kalacak. Zengin atılımlarıyla zenginleşmeye devam edecek, "işçi işçiliğini bilecek, memur memurluğunu". Af, açılım safsatalarının arasında Kürtler unutulacak, Rumlar'ın fikirleri yine Adalar ve nostaljik filmlere hapsolacak. "Ermeniler bizim kardeşimizdir!" ile "Sünnetsiz Ermeniler!" zihniyeti paralel bir şekilde devam edecek. Peki mevcut anayasa iyi mi? Kesinlikle hayır. Fakat benim taleplerime hala 'tamamen' yanıt vermeyen bir anayasaya neden 'Evet'? Yukarıda yazdıklarıma göre madem aynı kalacak, neden 'Evet'? Neden ideal ya da ideale yakın olana ulaşmak yolunda 'Evet' demeliyim? Neden çekilen bu kadar yoksulluk ve acıdan sonra 8 yıl boyunca 'Evet' diyeceğim bir anayasa hala oluşturulamıyor da 'Hullahop, Evet' demem bekleniyor?

Şu an İstanbul'dayım ve ikametgâhım İstanbul dışında, gitmem zor olduğu için mecburi 'Boykot' etmek durumundayım. Fakat fırsatım olsaydı ve gidebilseydim oyumu kullanırdım. Kılıçdaroğlu, Bahçeli ve bu ülkede sadece kendilerinin söz sahibi olması gerektiğini düşünenlerle aynı safta olmaktan utanmama rağmen oyumu 'Hayır!' yönünde kullanırdım. Çünkü 'ideal' için daha uygun bir konjönktür olamazdı ve hükümet bu fırsatı harcadı.

Yetmiyorsa 'Hayır'.

8 Temmuz 2010 Perşembe

Samanalevi stajı


Başlamadan: Aslında blog'u kapamak gibi niyetim vardı ama sonra "kime ne zararı var canım, dursun" dedim. Fakat bir daha "hergün buraya yazıcam lan!" gibi hırslar yapmayacağımı da bildirmek isterim.

Biz ne olduğunu anlayamadan zaman çabucak geçti, 4.sınıf oluverdik. Malumunuz; kimimiz yazokulunda, kimimiz de (ki bunlar bizim dönemimizde çoğunluk) staj yapıyor. Efendim bende Gebze Organize Sanayi Bölgesi'nde bir yer buldum. Kendileriyle görüştüm, beğendim. Haziran sonu gibi de başladım.

Başlamaz olaydım! 1 kişi hariç herkes mi ben ve yanımdaki stajyer arkadaşa yüz vermez? Bir havalar, bir artistlikler... Beyaz yakalıların hemen hemen tümü Harvard'da yardırıp gelmiş havasında (Mühendislik departmanındaki 16 kişiden sadece 1'i büyükşehirlerimizdeki bir üniversiteden mezundu). Görüşmede karşımda bana "İngilizcen nasıl?" gibi sorular soran İK görevlisi çalışma saatlerinde gelip "Abi koluma bak baya iyi dimi? Hepinizi döverim olm ehuehu!" falan diyor. Bir endüstri mühendisliği adayı olarak, bir endüstri mühendisliği projesini bir makina mühendisinden almam zaten bir stajyerin alternatif inovasyondaki son noktası olabilir.

Yukarıda anlattıklarımın dışında, arkadaşımla bu staja gitmemizin onlara da çok hayırlı gelmediği söylenebilir. Gittiğimizin 3.günü genel müdür kovuldu, yerine eskisi geldi. Çok sevdiğimiz işçi bir abi; "Kralı kral yapan vezirdir!" diyor mesela :). Şirkette zaten yeni - eski çalışan ayrımı var; hem mavi yakada, hem beyaz yakada. Tam şirket içi çatışmanın olduğu zamanda gitmemiz de büyük şanssızlık.

Biz de "Neyse..." dedik, "Bırakalım gitsin o zaman". Stajdan ayrıldık. Şu an stajsız olmamın oluşturduğu azıcık bir kaygı var, fakat rahatım. Dünyanın sonu değil, illa ki birşeyler yapacağız.
Fakat okuyanlara tavsiyem: Sakın bir firmaya iyi araştırmadan iş veya staj görüşmesine gitmeyin. İyi bir yerse hazırlıksız, kötü bir yerse zaman kaybetmiş oluyorsunuz.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Baykal mı? Baykal ne arar la Adult'ta?


Sonunda Türkiye'de önemli bir kesimin beklemediği ama son 10 yıldır arzuladığı hadise gerçekleşti ve Deniz Baykal, CHP Genel Başkanlığı'ndan istifa etti. İstifa gerekçesi tabii ki son 2 3 gündür tüm ülkenin dilinde dolaşan, kimilerinin bilgisayarının kıyısında köşesinde duran şu seks sonrası sahneler.

İnsan garipsiyor: Aktif siyasete girdiğinden beri yükselen, parti genel başkanlığı koltuğunu kapan ve 18 yıl boyunca (1999 genel seçimlerinden dolayı 9 ay çekilmesi hariç) kimseye kaptırmayan adamın g*tü açıkta görüldükten sonra kendini istifa etmesi gerektiği yönünde hissetmesi... Esadım'ın bu konuyla ilgili bana ilham veren net bir sözü oldu: "Ulan iki g*te adam gitti ya!".

Tabii istifanın sebebi bu olunca, Hürriyet gazetesi tabiriyle "tartışmaları da beraberinde getiriyor". Özel hayat mahremiyetinin kalmaması, adamın bir komploya kurban gitmiş olma olasılığı, "Varan 2"nin çıkacağını duydu diye istifa etmiş olması, iktidar mücadelesinden dolayı tüm özel alanının ifşa edildiği iddiaları... "Karısı da çirkin ama be!" diyenleri bile duydum. Fakat tüm bunların arasında en ortak kanı şuydu: "Tamam kötüydü, başarısızdı ama böyle gitmemeliydi!"

Açık söylemek gerekirse Deniz Baykal'ın bu kadar acınası, saf, naif görülmesi ve gösterilme çabası beni son derece rahatsız ediyor. Tayyip Erdoğan'ın Allah'lı şeriatlı YouTube videolarını, Abdullah Gül'ün The Guardian'a verdiği demeçleri toplum olarak unutmazken; nedense Baykal'ı bir çırpıda unutabiliyoruz. Mesela:

-1970'li yılların ortasında CHP'de Ecevit'e en yakın üyelerden biridir. Enerji Bakanı olarak kabineye girer ve parti içinde Ecevit'in yüzüne gülüp arkasından kulis yapmaya başlar. Bu hareketiyle adı 'Hizipçi'ye çıkar, TDK sözlüğünde kelimenin örneği olarak adı geçer (bkz. Baykal Hizipçiliği).

-Bir 12 Eylül sonrası dönemde sahneye çıkması yasaklanan Bülent Ersoy'a para karşılığında sahneye çıkma fırsatı sağlayacağı iddiaları yer alır.

- 1992'de SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın'a, Ecevit'e yapamadığını yapar ve SHP'yi yeniden kurulan CHP'nin içine katarak 18 yıllık parti içi hegemonyasının başladığı dönemi açar.

- "Atatürk'ün partisi" söylemiyle "Laik, demokratik bir hukuk devleti"ni savunan CHP'yi kendi partisine dönüştürür. Öyle ki; ona çalışanı yükseltir ve itaat ettirir, fakat onu eleştireni ihraç eder / ettirir. Parti o kadar demokratikleşmiştir.

- Mustafa Sarıgül'le girdiği rekabette; (ki kendisini de günahım kadar sevmem) olağanüstü kongredeki 2 saat Genel Başkan ve 1 saat aday sıfatıyla toplam 3 saatlik konuşmasında Sarıgül'e, karısına, hatta çocuklarına bir küfür etmediği kalmıştır.

-AKP'nin Avrupa Birliği'ne girme politikasını acımasızca eleştirir, fakat 22 Temmuz seçimlerinden evvel en büyük seçim kozu Avrupa Birliği'ne girmek olur.

-Partiye emek vermiş gerçek sosyal demokratları; ya Tayyip'le girdiği gereksiz/temelsiz tartışmalar dolayısıyla partiden soğutur, ya da partiden uzaklaştırır. Onun yerine arkasını kollayan ve onun kadar tutarlı(!) Kemal Anadol, Önder Sav, Mustafa Özyürek gibi tokyemiş amcalarımızı yanında tutmaya devam eder.

-Hala CHP'ye umutla bakabilen azınlığı sebebi, Tunceli'li Kemal Kılıçdaroğlu'na yapılan Onur Öymen'in "Dersim Katliamı" saygısızlığına hiç ses etmez, çıt çıkarmaz.

-Önce türbanlı teyzemi itin g*tüne sokar seküler teyzeme umut verir, sonra türbanlı teyzeme rozet takar ve seküler teyzemi g*t gibi bırakır.

-Tüm bunların üzerine, bölgelerarası gelir adaletsizliğinin artıp alım gücünün gittikçe azaldığı güzel ülkemde; yoksulluk sınırı 2000 tl'yi geçer, asgari ücret 560 tl'dir, fakat Baykal hiç utanmaz. Çatır çatır alır 10000 tl'ye yakınsayan (geçmiş bile olabilir, bilmiyorum) milletvekili maaşını. Hiçte çekinmez, durup düşünmez, saldırır Bilal'in gemiciğine, Unakıtan jr.'ın yumurta fabrikasına.

Bir bireyin özel hayatı bu kadar ahlaksızca ifşa edilmemeli, çok doğru. Fakat Baykal, rezilliklerle/üçkağıtçılıklarla/ çirkefliklerle dolu bir siyasi hayatın sonunda böyle gitmeyi sonuna kadar hakediyor. Umarım bir daha dönmez (ne de olsa huyudur, yapar mı yapar), umarım mayosuna kramp girmesin diye bağladığı filketesiyle Akdeniz açıklarında yüzer. Bu ülkenin geleceğinden uzaklara doğru...

9 Mayıs 2010 Pazar

İdeolojik bağlamda "özel okul çocuğu" olmak...

Son 1-2 gündür çok sevdiğim arkadaşlarımın bloglarında sürekli "Sabancı Üniversitesi'nde öğrenci olmak", "özel okulda okuyan zengin piçleri" temalı ironik yazılar görüyorum. Gündemi eskisi kadar sıkı takip etmeyen biri olduğum için öncelikle okulumla ilgili yeni bir gelişme olduğunu zannettim. Sonra oda arkadaşım ülkenin değil, kendi arkadaş ortamının gündeminde böyle bir gerilim olduğu konusunda beni uyardı (kendisinin de bu konuyla ilgili kinaye dolu bir yazısı var, çok başarılı). Ben de zaten kendi kendime lise yıllarımdan beri özel okulda okumak ve bu durumun toplumda sosyo-ekonomik olarak ne kadar adil olup olmadığı üzerine kafa patlatırdım. Bu yüzden Sabancı Üniversitesi'nde bir özel okul çocuğu olmak nasıldır, argümanım nedir, ne değildir bunları bir paylaşmak istiyorum.

Efem huyumdur, ortaya bir argüman atıyorsam kendi hayatım üzerinden örneklendirme yapmayı severim. Bu nedenle konunun içinde yer almış bir şahıs olarak "özel okul çocuğu" olma sürecinde neler yaşadığımı ve nasıl sonuçlandırdığımı kısaca anlatmak istiyorum: Bilenler bilirler; ortaokulum bir devlet okuluydu, lisem İstanbul'da sıradan bir yurdum Anadolu lisesiydi ve 15 yıl boyunca Anadolu yakasının en düşük gelirli-orta direk aile bulunduran mahallelerinden birinde ikâmet ettim. Eklemek isterim ki ailemin mesleki olarak devlet memurluğu geçmişi vardır, ikisi de emeklidir. Anlayacağınız orta gelirli bir ailenin çocuğuyum.

Yine bilenler bilirler ki, ideolojik olarak üniversite öncesindeki yıllarımda katı bir tutuma sahip olmam dolayısıyla özel okul ve türevlerine karşıydım (yani az sonra acımasızca eleştireceğim kitleden biriydim). Tercih döneminde ısrarla devlet okulu istememe rağmen ailem eğitim kalitesini bahane ederek beni özel okullara vermeye zorladığında, üzerine Sabancı Üniversitesi çıktığında son derece gönülsüzdüm. Zaten program olarak istemediğim ne varsa buradaydı.

Sonra Sabancı'yı tanımaya başladım. Önce bir kitleyi tek tipleşmiş olarak kabullenemeyeceğimi anladım, harika arkadaşlıklar kurdum. O kadar muhteşem insanlar tanıdım ki şu okulda, sayısız vasfı ve sahip olduğu fırsatlara rağmen sorumluluk duygusu gelişmiş ve böbürlenmeden yaşayabilen karakterleri vardı. Sonra akademiyi tanıdım. Dürüst, ahlaklı ve öğrenci dostu bir akademisyen nasıl olunurmuş, bir ders öğrenciye nasıl sevdirilirmiş daha hazırlık senemde (bkz. Engin Kılıç) bunu gördüm. Okulun tanıtım ekibine girip 3 yıl çalıştım ve çalışanları tanıdım; ne kadar iyi niyetli, canla başla öğrencinin dostu olarak çalışan insanlar gördüm. Tabii ki son 2 yılda gelen zamlar ve 1 2 ufak sorun tadımızı da kaçırdı ama mesele bu değildi ki! Mesele böyle bir haksızlığa beraber küfür savurabileceğim onlarca adam bulabilmekti bu okulda, ki buldum da (her ne kadar 3000 kişi böyle olmasa da, zaten olmasın da gerçi). Yani Sabancı bana bir meseleye sığ değil; geniş ve farklı taraflardan bakabilmeyi, gerçek üniversitenin ne olduğunu, buna ek olarak (ve en önemlisi) "özel okul piçleri"nden de dost, kardeş olabileceğini öğretti.

Gelelim bu yukarıda bahsettiğim kitleye: Devlet okullarında okuyan bir grup insan var (hem lisemden, hem de ondan bağımsız olarak devlette okuyan kimisini kardeş bildiğim ve çok sevdiğim arkadaşlarım var. onların bu konuda aşağı yukarı ne düşündüğünü biliyorum ve onları kesinlikle bu tartışmanın haricinde tutuyorum). Bunların özel okullarla ilgili birkaç cümleyle açıklayabilecekleri 1 2 argümanları var. Aklıma gelenleri tek tek cevaplamak istiyorum:

-Safsatalar-

Safsata 1: "Özel okul zengin çocuklarının yeri zaten!"

Okulumun Tanıtım Ofisi'nde 3 yıl çalışmış ve hemen hemen tüm istatistikleri görmüş biri olarak: Sabancı Üniversitesi'nin %48'i; ya öğrenim ücretinin belli bir miktarından tamamına kadar muaf tutulmaktadır, ya da aylık ihtiyaç bursu, öğrenim ücretini karşılayan ihtiyaç bursu gibi burslar almaktadır. Bu burslar öyle kolay kolay kesilmez, okulun 10 yıllık tarihinde bursu kesilen birkaç kişi vardır. Kaldı ki kendimden örnek vererek bunu yeterince çürüttüğüm kanısındayım.

Safsata 2: "Burslular neyse de, burssuzlar bi' bok yapmadan geçiyorlar!"

E senin okulunda ne kadar bi bok yapmadan ders geçen adam varsa, benim okulumda da o kadar vardır elbet. Onun dışında neler oluyor sana söyleyeyim mi?
Sen 9 tane ders alıyorsun, çoğuna gitmeyip Taksim'de sürtüyorsun, kendini bi bok zannedip "özel okul çocuğu yeaa" diyorsun, tabii bunu Taksim'de iki yere takılıp derin olduğunu zannettiğin bir sohbette bulunup entellektüel kimliğinle yapıyorsun. Sonra son 1-2 gün sınavına çalışıp giriyorsun; başarısızsan ya kalıyorsun ya da ortalama çok düşük diye geçiyorsun, başarılıysan da iyi not alıp kendini bi bok zannediyorsun. "Ben alanımda iyiyim ya, kesin özel okul çocukları bi bok yapmadan geçiyordur!" diyorsun üzerine küstahça.
Ben ne yapıyorum? Allahın dağında hergün derse giriyorum (en salmış halim bile senden daha disiplinli, emin olabilirsin), ödev ve proje yapıyorum. Ne yaptıysam elimden geldiğince öğrenmeye çabalıyorum. Kendini yurtdışında aşıp burada ego tatminine doymayan, alanında bir numara hocalarıma kendimi kanıtlamak için 20lerimin başında bi tarafımdaki kılları ağartıyorum. Sonra ne oluyorum? Özel okul çocuğu.
Karar okuyanın olsun.

Safsata 3: "Özel okul çocuğu fakirin, mazlumun halinden ne anlar? Kapitalist onlar, tuzları kuru. Bizim gibi acı çekmiyorlar, asıl öğrenci biziz."

Ulan 4 yıl boyunca kızlara hava olsun diye 2 tane Ergenekon eylemine gidip "Troçkistim ben!" falan dedikten sonra, fıldır fıldır kariyer günleri kovalayacaksın. Aynı kapıya çıkmayacakmısın benimle, neyin artistliğini yapıyorsun?
Tamam; aramızda durumu çok iyi olanlar, hatta ek olarak kimsenin halinden anlamayanlar da var ama sen kimsin de hepimizi bir tutuyorsun? Okulun içinde kaç tane hem okuyup, hem çalışan adam hiç düşündün mü? Nerden biliyorsun acı çekmediğimi, tuzumun kuru olduğunu?

Hepsini geçtim. Sevgili çakma entel/politik/özel okul çocuğu sevmeyen arkadaşım! Sen samimiyetle savunmasan bile bende senin gibi eğitimde fırsat eşitliğini savunuyorum. Keşke Iğdır'daki çobanın da parası olsa da bir özel okulda okuyabilse, haklısın. Bunun geçici çözümü de, kalıcı çözümü de iyi bir eğitim alıp, alanında belirli bir başarıyı yakalayıp kazandığın her 2'ten 1'ini o çoban için harcamak (bu kadar beylik laflar eden senin için çok ütopik gelmemesi lazım). Bir anlamda, çağımızın sistemi "serbest piyasaya dayalı, rekabetçi vahşi kapitalizm" ile adeta t****k geçmek. Bunu yapabiliyorsan zaten yukarıda aleyhinde ne söylediysem hepsini yutarım, yerime oturur, susarım. Seni takdir etmekten başka birşey de yapmam. Fakat 4 yıl nutuk atıp, benim üzerimden prim yapıp mezun olduktan sonra Unilever Marketing Department'ın 4500bilmemkaçTL maaşına tav oluyorsan eğer, çok afedersin ama y*vşağın tekisin.

Biraz sert bir üslup kullanmış olabilirim yalnız kesinlikle devlet okulunda okuyan öğrenci arkadaşlarımı hedef almak istemedim, bahsi geçen şahıslar kendini genius zannedip beni ve benim gibileri özel okulda okuyorum diye idiot ve kötü adam ilân etmeye çalışanlardır.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Safa Özçiçek anısına...

Bu 'ölüm' o kadar garip ve korkutucu birşey ki, 20li yaşlarınızda bile olsanız sahip olduğu gücün hafife alınmaması gerekiyor. Ölüm küsleri barıştırıyor, ayrılanları / dağılanları kavuşturuyor, kaybedenlere kazandırıyor kimi zaman. Fakat bedel olarak alıyor bir canı; zamansızca, fütursuzca...

Yaklaşık 1 saat önce odama girip bilgisayar başına oturduğumda uzun süredir görmediğim ve çok sevdiğim 2 arkadaşımın bana mesaj attığını gördüm. Onlardan aldığım mesajın sevinci mesajı okuyana kadar sürdü: "Dershanedeki Safa ölmüş... Trafik kazası...". Birkaç saniye içinde ayak parmaklarımın ucundan başlayan karıncalanma tüm vücudumu sardı, sonra birkaç damla halinde dışarı çıkmak için gözlerime iyice baskı yaptı.

Safa'yı lise son sınıfta gittiğim, küçük (hatta hepimizin aile gibi olduğu) ve tüm okul arkadaşlarımın "Dimes" diye dalga geçtiği Bides Dershanesi'nde tanıdım. Öyle çok samimi değildik, hatta o kadar samimi değildik ki; modern çağın arkadaşlık hukukundaki en büyük (!) gerekliliği olan Facebook'ta bile eklememişiz birbirimizi. Oradan ayrılıp üniversiteye geldikten sonra onu hep ağzı kulaklarına varan gülüşü, ders aralarındaki onu bunu çekiştiren geyik muhabbetleri ve tüm dünyayla t**ak geçen umursamaz tavrıyla hatırladım. Kendi halinde takılan, zararsız, öyle iyi bir adamdı işte.

"Trafik kazası...", bunu okuduğumda oturup düşününce çıkarımını 1000 kez yapabileceğim hiç aklıma gelmeyen birşeyi anladım: Hayat bu kadar basit ve pamuk ipliğine bağlı. İnsan doğuyor, büyümeye başlıyor, annesinin en sevdiği oluyor, ailesi onun iyiliği ve refahı için elinden gelenin de ötesini yapıyor ve verilen tüm emek, sevgi, yaşanan güzel zamanlar ve geleceğe dair umut 20'li yaşların başına gelindiğinde bir "Trafik kazası..." herşeyi bir karadelik gibi içine çekip yok edebiliyor.

Eminim ki Safa mükemmel bir insan, eşsiz bir kahraman, rakipsiz bir hayırsever falan değildi. Kendi halinde takılan, zararsız, öyle iyi bir adamdı işte. İnsandı herşeyden evvel, 20'li yaşlarının başındaydı. Daha önünde uzun bir ömür olmalıydı. Hatalar yapabilmeliydi mesela, gerekirse dünyadaki en pis, en saçma şeyleri yapabilmek için fırsatı olmalıydı. Deneyip yanılarak doğruyu yanlışı görebilmeli, ayırt edebilmeliydi. Fakat hayat o kadar basit ki, varoluşsal bir hakkın tabii varlığını yine basit bir "Trafik kazası..." yokluğa çeviriveriyor.

Başta söylediklerime gelirsem, Safa'nın zamansız vefatı bana hatırlamam gereken birşeyi hatırlattı ve öyle 3 gün sonra etkisi geçecek birşey değil: Boşvermeyeceksin hiçbirşeye. Eline geçen tek hakkı sonuna kadar, dilediğin gibi kullanacaksın. Yani Nazım'ın dediği gibi:

"Yaşamak şakaya gelmez,

büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın


bir sincap gibi mesela,


yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,


yani bütün işin gücün yaşamak olacak.



Yaşamayı ciddiye alacaksın,


yani o derecede, öylesine ki,


mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,


yahut kocaman gözlüklerin,


beyaz gömleğinle bir laboratuarda


insanlar için ölebileceksin,


hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,


hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,


hem de en güzel en gerçek şeyin


yaşamak olduğunu bildiğin halde.



Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,


yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,


hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,


ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,


yaşamak yanı ağır bastığından. "



Ben bu yazıyı Safa'ya yazmayı hakeden belki de en son insanım, sonuçta öyle aman aman tanışmıyoruz. Fakat bunları yazmamın altındaki amaç; hayatımın önemli bir bölümünde sıkça gördüğüm, benimle aşağı yukarı aynı yaşta gencecik bir insanın hayatı sonlandığı için en azından bunu haketmesiydi. Kendi çapımda birşeyler yapmalıydım.

Mekânın cennet olsun Safa...

22 Nisan 2010 Perşembe

Eyjafjallajökull


2 haftadır duyuyorum: İzlanda'da bir yanardağ patlamış, küllerini Avrupa'ya savurmuş, Türkiye'ye de asit yağmuru getirecekmiş. Avrupa'da uçuşlar iptal olmuş, görlfırend bu işe ayar olmuş, Amsterdam'a gitmek isteyen okuldaşlar gitmek için Antalya'dan bi yolunu buluruz diye elleri boş dönmüş. Fakat bunların hepsini "İzlanda'da bir yanardağ" olarak bildiğim için yaşadığım kaybın haddi hesabı yokmuş. İsmini bu gece öğrenmem gerçekten bir FAIL!

Eyjafjallajökull ya, Eyjafjallajökull! Muhteşem bir isim! Son derece kendine has, öyle "Mehmet Yıldız" gibi değil ki Sivasspor'un 9 numarası çağrışımı yapsın! Tam bir MSN nickname'i (herkes yazmasa direk yapardım). Kudretli bir dağa ancak böyle bir isim giderdi herhalde.

İşte bizim dağlar öyle değil. Ağrı, Kaçkar, Erciyes, Karacadağ falan. Hani okuması çok kolay, öyle ahım şahım bir vurgusu da yok (zaten vurguya gelene kadar dağın adı bitiyor). Ama Eyjafjallajökull öyle mi? İlk harfinden itibaren macera dolu bir yolculuğa çıkıyor gibisin. O vurguyu zaten "Eyjaf!" kısmında veriyorsun, "jalla"da boşa alıyorsun kendini. Ağzım açık hayran kaldım.

Mesela Selamsız'da 3 tinerci sıkıştırdı seni "Para ver lan Gşldşlöd!" dediler. Onlara Eeeh! Eyjafjallajökull!" dediğinde sanki ellerindeki kelebeği telaşla atıp kaçacaklarmış gibi bir his uyandırdı bende bu isim.

Tatilde saçmasapan bir arayış içinde olan bana daha güzel bir uğraş bahşedilemezdi herhalde. Artık mottomu buldum: Eyjafjallajökull!

(Not: Wikipedia'dan pronounciation'ını dinledim, söyleyen adamın bezginliği beni benden aldı!)

21 Nisan 2010 Çarşamba

Sıpringbıreykten notlar


(Başlamadan evvel: Şu bloga hep "Giden mi terkedendir, yoksa kalan mı?" tarzında içeriği bir deneme yazmak istemişimdir ama işte o kadar yaratıcı değilim herhalde. Hazır olduğumda bunu yapacağım.)

Tüm benliğimizle beklediğim Bahar tatilimize kavuştum ama pek renkli olduğunu söyleyemeyeceğim.

Bu tatilde 2 tane hedefiniz olur: ya deli gibi takılıp, Kadıköy Taksim sürtmek istersiniz (Sabancılı öğrencinin en büyük ihtiyacı), ya da oturup "Ulan hırs yaptım Adfsd Mmaks Kmaskamskm, ders çalışacam deli gibi, kendimi düzene sokacam!" dersiniz. Bu mekanizma bende o kadar ters işledi ki şu 3-4 günde, açıklayayım:

Eğer ders çalışmak isterseniz kendinizi düzene sokmak adına öncelikle uykunuzu düzene sokmak istersiniz ve haliyle erkenden yatarsınız. Diyelim ki tam tersini gerçekleştirmek istiyorsunuz, o zaman da yapacağınız şey sabahtan akşama kadar dışarıda takılıp gece geç saatte eve gelip ertesi günün döngüsüne hazırlanmak olur. Benim günlerim nasıl geçti? Günboyu evde oturdum (ama oturdum ve boş boş takıldım. feysbuk stalker'ı oldum ve film izledim vesselam), akşam da 11 12 gibi uyuyakaldım. Haliyle boş ve b*ktan bir tatil oldu (Pazartesi günü sınavım olduğu için şimdiden bitmiş sayıyorum).

Buna rağmen Pazartesi günü iki tane ilginç hadiseye tanık oldum. İlki Kadıköy'de bir esnafın, İzlanda'daki volkan tehlikesinden dolayı dilden dile dolaşan "Türkiye'ye asit yağmuru gelir mi?" söylentisiyle ilgili yorumuydu: "Lan şimdi bu yağsa havan topu gibi binaları harap eder mi? Sigortacıyı arayayım Adfsd Mmaks Kmaskamskm!". İkincisi de yine Pazartesi gittiğim göz hastanesinde iki ortayaşlı kadın hastanın birbirleriyle, birinin şu soru vurgulu cümleyi diğerine söylemesiyle tanışmasıydı: "Göz için geldik?!" . Tabii bunlar yüzde bir tebessüm etkisi yarattı.

Bu kırık dökük yazımın sonunda diğer bloglardan özendiğim şeyleri yapmak istiyorum:

--> "Bundan sonraki yazımda içinde yer aldığım tehlikeli bir oluşum olarak Gebze'den bahsedeceğim."

--> Kulağıma gelen nağmeler:

Simple Man - Lynyrd Skynyrd
Shitlist - L7
Celebration Day - Led Zeppelin

Bir gün bunları daha başka bir yazıda düzene oturtacağım, içimde ukde bırakmayacağım :) .

14 Nisan 2010 Çarşamba

Sadık Serdar Tacettinoğlu

En son karaladığımın altına Sadık Serdar Tacettinoğlu (a.k.a Taco) demiş ki: "Benden hiç bahsetmemişsin!". Kendine gel lan, saçmalama! Sen büyügadamsın, başlı başına bir blog konususun kaaardişim (bkz: Ben sıçtım tüyü nereye dikeyim?).

Tacom; ben seni iğrenç esprilerinle, Ice Tea tüketiciliğinle, okulun her yerinde bulunmuşluğunla, güleryüzünle ve tokyemiş bir Kayserili ağız yapınla sevdim. Kayseri demek, sen demek. Sen bir Kayserili prototipisin. Seni böyle kabul ettim. Sen benim canımsın, kanımsın vesselam.

Kalanını seneye yıllığında yazarım.

11 Nisan 2010 Pazar

Daddy's home!

O kadar uzun zamandır yazmıyorum ki, burayı okuyanların artık bezmiş olmaları olasılığı bile var. Malum 2,5 aydır hiçbirşey yazmamışım. Herkes düşünmüştür tabii "Ulan ne maymun iştahlı adam, bi blog açtı, bir iki yazdı sonra gevşedi" şeklinde. Kesinlikle yazmaktan dolayı sıkılmadım, ama tahmin edilebileceği gibi üşendim :)

Üşendim çünkü "komiklik şakalar" o kadar birikmişti ki, bir yerden sonra "Eæææh, kim yazacak?!" dedim kendi kendime. Lâkin geri döndüm çeşitli enstantanelerimle, artık anlatmaya hazırım. Tabii sıkmamak amacıyla keypointler üzerinde durarak mümkün olduğunca kısa tutmaya çalışacağım.

Khğaysiri'nin yiğrlisi olmah:


Efem en son yazımın ardından tam olarak 2 ay 11 gün geçmişti ve son yazımın konusu pek değerli manitam Gülce'nin Amsterdam'a gidişini konu alıyordu. Bundan sonra benim tatil planım ise Kayseri'ye gitmekti ( kız arkadaşımın Avrupa'nın göbeğine giderken benim de Anadolu'nun göbeğine gitmem garip olduğu kadar bir o kadar da trajik). Gülce'yi uğurladıktan sonra Çeto ve Öncü tarafından ben ve BurakYeşil uğurlandık (Tabii yine trajik bir fark olarak Burak Belçika'ya Erasmus'a uğurlanıyordu).

Neyse ki Kayseri'ye sabahın 8'inde vardım. Eskici ve çağlarköksal tarafından karşılandım. Sonra ekibe Serdarşahin'in de katılmasıyla tadından yenmez bir 3 günlük Kayseri gezisi geçirdim. 22 yıllık hayatımda böyle misafirperverlik görmedim, kendimi evim dışında bu kadar rahat hissetmedim diyebilirim. Kayseri gezimin özeti olması açısından gözlemlerimi maddeler halinde anlatayım:

- Boğazına düşkün olan ben, hayatımda ilk kez gösterilen muazzam misafirperverliğin etkisiyle 3 saatte bir update edilen midem yüzünden ilk günden pes ettim. 3 günde 5 kilo aldım ve Kayseri'nin tüm yemeklerini yedim.

- Kayseri beni hayrete düşürdü. Zira yürüyen merdivenli 3 milyon dolarlık üst geçitleri, tramvay hatları, inanılmaz düzenli şehir planlamaları, 20 katlı apartmanları ve siteleri, Erciyes'e uzanan Bağ evleri (godaman bağları), İstanbul'daki pekçok yerden daha iyi bir nargile kafesi ve Talas adındaki eski bir Ermeni mahallesi şehrin hiç beklemediğim unsurlarıydı.

- "Ananın Yeri" diye bir yer var.

- Adem Baba'da tahinli kadayıf ve Ciğerci Mehmet'te ciğer kesinlikle denenmeli.

-"Kayseripark" diye bir alışveriş merkezi var, baya da güzel bir yer. İlginç kısmı, otoparkında bir görevli var ve tek işi girip çıkan arabalara elinde tuttuğu tabelada yazan "Dur / Geç" yazılarını göstermek. Kız istemek için yeterli.

- Memlekette tek bir bar bile yok. İçecek yer arıyorsanız baya zorlanılacağını söyleyebilirim.

- Çağlar Köksal isimli arkadaşımız Abdullah Gül'ün kapı komşusu (Zaten IPhone'u da var).

- Son gün Talas'ta bir kahveye Batak / Okey oynamaya gittik. Gittiğimiz kahve tam bir Kayseri profiliydi. Kahvedekilerin aksanı, sobada kızaran kestanelerin bizimle paylaşılması ve ödenilen hesap ( 15 kadar çay, oraletler ve o kadar ikrama nasıl 4 5 TL ödedik, hala şok içindeyim)! Ayrıca kahvenin sahibi tam bir Ramiz Dayı, yardımcısı da tam bir Tefo'ydu.

Kısacası bu geziden sonra şu karara vardım ki: İstanbul'da yaşasam da kalbim Khğaysiri'nin bir yiğrlisidir! Bundan sonra ne zaman birini görsem "Ortaam N'örüyon?" derim.

"Bırrooğğ!":


2.dönemin başlamasıyla beraber kampüsün içinde varolmak insanı sıkboğaz etmeye başladı tabii. Hem gülcek'in olmaması, hem staj başvurusuydu, kariyer sohbetleriydi gibi etkinliklere doğru dürüst katılmama (ya da katılmaya dair isteksizlik) iyice bunaltmaya başlamıştı. Haliyle vaktin çabuk geçmesi açısından mümkün olduğunca etkinlik kaçırmamaya çalıştım. Mesela;

- 3,5 yıllık okul hayatım boyunca şenlikler hariç en fazla 3 partiye giden ben, bu dönem tek bir parti bile kaçırmadım (hatta ilk kez LifePort'a gittim).

-Okulun ilk haftası hafif bir trafik kazası geçirdim, artık "Kaza yaptık ya!" demedim de demem.

-Mezun olmama 1 yıl kala tam Goddamn nigga havasıyla konuşan bir hocam oldu. En favori cümlesi "Are you with me?" olmakla beraber, "I don't give a shit" ve "What the hell..." söz öbeklerini de tercih ediyor.

-Kaldığım A3 yurdunun gerek kalanları, gerek ziyaretçileri hayatlarını o kadar beraber geçiriyorlar ki bu okul için tehlikeli bir hal aldı. Haliyle orada yeni bir oluşum oluştu: Gebze!
(Bundan daha sonra bahsedeceğim).

-Ezel'de Ramiz Dayı'nın kızının adının "Azad" olması hepimize (başta da bizim Azad'a) travma etkisi geçirtti.

- Çeto artık ipleri elinde tutuyor! Asistan oldu (gurur duyuyorum).

Başka da birşey aklıma gelmedi ama geldikçe yazacağım tabii ki. An itibariyle kopmak yok. Camia'ya geri döndüm :)

31 Ocak 2010 Pazar

GÜLCEK AJAX'A DOĞRU!



7 ay var, 5 ay var, aha 2 ay kaldı, 20 gün sonra gidecek derken zaman geldi de çattı: Gülcek gidiyor! Birkaç saat sonra pek değerli manitam, ağzına kadar marijuana ve magic mushroom dolu Amsterdam'a uçacak ve 5 ay boyunca oralarda takılacak.

Biraz benim b*k yemem oldu aslında bu. Sen kalk; kızın aklında yokken "Bak Erasmus diye birşey var, sende başvursana beraber gideriz?" deyiver (akademik olarak FAIL! biri olduğunu bilmezmiş gibi), ondan sonra kız gitsin sen mülakatta "Ehem, enciniyıring iz dı fiyıld aym intırestıd in" de kal İstanbul'da. Herşey olacağına varıyor gerçekten.

Neyse ki durumun hazmedemediğimiz evresini çoktan geçirmiştik ki son günler yaklaştıkça rahat geçti. Yani elbette birbirimizi özleyeceğiz ama bunu "yol ayrımı", "aman Allah'ım kader!", "böyle bitmez aşklar!", "Kadınım! Eşyaları topladın, gittin; epilasyona girmiş gibiyim." gibi olayı dramatize edip suni bir tutku yüklemenin anlamı yok tabii ki. Tabii olaya 5 ay boyunca bu şekilde rasyonel bakabilmek için kendime 2 adet meşgale belirledim: İnek kız tribiyle ders çalışmak ve ortaokul ve lisede piştiğimiz o hayvani erkek ortamına girmek. Artık 2.siyle ilgili kimi dostlarımın seviyesiz sohbetleriyle yanımda olacağından eminim (onlar kendini biliyor).

2.dönemin benim için bambaşka olacağı aşikâr. Sonuçta koca bir yıl benimle olan bir parçam 5 aylığına benden kopacak. Fakat aslında sabah okula gidip akşam dönmüş gibi olacak, en azından böyle bakmak biraz daha iç ferahlatıcı.

Bu kısımda direk kendisine hitap edeyim:
Bol eğlen, güzel vakit geçir! Seni çok seviyorum Gülcek! :)

(Ayrıca bu yazıyı yazarken otöbüs ya da okul servisinde seninle konuşamamak gibi yeterince utandım.)

(Bir de başlığı yazarken aklıma Fotomaç başlıkları geldi.)

28 Ocak 2010 Perşembe

An unknown trip to the equilibrium point



Klasik bir ara tatil vakti ve sabahın 5'inde uykusuz uykusuz oturuyorum (Aslında uyudum sonra tekrar uykum kaçtı ve uyandım). Uyandıktan yaklaşık 10 15 dakika sonra annem görevini "Oğlum uyumadın mı hala? Yatarken gözlüğüne dikkat et, kırma yine." sözleriyle yerine getirmiş bulundu. Açıkçası bu uyuyup uyanmalarımı, bazen uyuyamamalarımı biraz da heyecana bağlıyorum: Çok tabii bir heyecan.

Yüzyıllar önce bir şehir kuruldu ve bu şehirde insanlar ticaretle para kazanırlardı. Gel zaman git zaman, bu adamlar alıp verip ekonomiye can vere vere parayı nasıl saklamaları, harcamaları, idareli kullanmaları ve kazanmaları gerektiğini öğrendiler; kuşaktan kuşağa aktardılar. Geçen yüzyıllar boyunca medeniyetler yıkıldı, yenileri kuruldu. Bu tarih ne Keloğlan'lar, ne Galileo'lar, ne Kavalalı Paşa'lar gördü ama onları yokedemedi. Orada doğan her çocuk dünyaya gözlerini bir broker olarak açtı. Kapitalizme en hızlı onlar ayak uydurdu, Adam Smith'i en çok onlar sevdi. Memleketin çıkardığı her 3 zenginin 2'si oralıydı. Orası: Kayseri.

Evet; haftaya salı sabahı muhterem ve yakın Kayserili dostlarımın daveti üzerine, 2.memleketim olarak kabul ettiğim bu Anadolu'nun Mekke'si (Konyalı arkadaşlar da "Biz Anadolu'nun Medinesiyiz!" diyor. Böyle tinsel kapışmalar güzel tabii, maneviyatımız kuvvetleniyor.) güzel şehre gideceğim. Geçende karar verdim, 3 günlük ziyaret sırasında bir günlük tutacağım. Sonrasında da bu günlüğü burada paylaşabilirim. Sırrı açığa vurmak, herkese kazandırmak lazım.

26 Ocak 2010 Salı

Vengo


Malum bu aralar hayal edemeyeceğim kadar boşum ve 14 hafta boyunca "Boş olsam n'apardım?" sorusuna verdiğim her cevabı uygulamaya geçirmeye başladım. Mesela; daha önce izlediklerim de dahil film izlemeye başladım. Mesela Heat'i izlememiştim: Al Pacino, Robert De Niro, Val Kilmer falan. Soygun, hırsız-polis vs. Güzeldi tabii de öyle film işte, etkilemedi. Yani New York Times adına yazan eleştirmen bilmemne Stewardson'un her filme dediği gibi "Stunning & Brilliant" değildi.

Sonra internette dolaşırken bir video'ya rastladım: Bir grup çingene toplanmışlar, aralarında kabadayılar gençler, güzel esmer kadınlar falan var. Flamenko yapıp, çalgıcılara ayak uyduruyorlardı. Yalnız müzik ve ses gerçekten efsaneviydi. "Bu neymiş?" diye bir baktım: Vengo diye bir filmden sahneymiş [Aşağıda linki verdim, izlenmesini şiddetle tavsiye ediyorum]. Filmi de izledim ve her ne kadar o kesiti kadar muhteşem olamasa da film de gayet güzel.

Film, illegal işlerle uğraşan iki çingene ailesinin arasındaki kan davası üzerine kurulu. Baş karakter ailelerden birinin lideri olan Caco. Caco, kızı Pepa'yı kaybetmenin üzüntüsüyle onun boşluğunu kardeşi Mario'nun engelli oğlu Diego ile doldurmaya çalışıyor. Bu arada Diego'nun babası Mario, Caco ve ailesinin Caracavas ailesiyle düşman olmasının sebebi; çünkü bu aileden birini öldürmüş durumda. Caracavas ailesi Caco'ya "Ya bize Mario'nun nerede olduğunu söyle ya da Diego'yu öldüreceğiz!" diyor. Tüm bunların arasında seçim yapmaya zorlanan Caco; savaşmak, kızının yası ve yeğenini koruma telaşının arasında kendini tüketiyor, içtikçe içiyor, dağıtıyor.

Aslında filmin hikayesi son derece sıradışı, muhteşem değil. Ancak filmi "çok güzel" yapan; Endülüs kültürünü tanıtan neyle gitarın birbirine karıştığı müzikler, flamenko şölenleri, muhteşem kadın sesler ve oyunculuk. Açıkçası Caco rolünde oynayan Antonio Canales denen adamı gayet başarılı buldum. Zaten bunlar mükemmel olmasa bu senaryodan uzun metrajlı bir film çıkarmıydı tartışılır.

Filmin çıkışı 2001 yılındaymış, yönetmeni de Tony Gatlif (hatta bu adamın Fatih Akın filmlerinden tanıdığımız Birol Ünel'le Transylvania diye bir filmi de var). Bunun dışında filmdeki müziklerde neyi çalan Türk ney üstadı Kudsi Erguner imiş.

Özellikle Latin & Çingene kültürüne biraz bile olsa sempatisi olanlara tavsiye ediyorum.


(Etkileyici video'nun linki: http://www.dailymotion.com/video/x364wp_vengo-arrinconamela )

21 Ocak 2010 Perşembe

Sağ salim atlatmak



Yılın en zor iki haftasından birini bir kez daha kurtulmanın verdiği mutluluktan sersemlemiş durumdayım. İyi veya kötü bitti ya, o yeter. Ondan geçtim, bundan kaldımın muhasebesini yapmadan bir panda gibi geçireceğim 3 hafta başlıyor.

16 Ocak 2010 Cumartesi

Kırılma noktası


Hayal kurmak; her ne kadar yemek, içmek, karşı cinsle beraber olmakla aynı içgüdüsel kategoride olmasa da bireyin hayata tutunması, yaşayabilmesi için en büyük gerekliliktir. İnsanoğlu her boş kaldığı/kimi zaman kalmadığı zamanlarda sürekli hayal kurar, ileride geçireceği, göreceği zamanların daha iyi, istediği gibi olduğunu zihninde tasavvur eder.

Kimi zaman bireysel refahınız için, kimi zaman "toplumsal iyiye ulaşabilmek" için, kimi zaman ise sevdiğiniz, değer verdiğiniz birinin mutluluğu için hayal kurarsınız. Kurulan hayallerin ölçeği yaşadığınız koşullara, karakterinize göre farklılık gösterir. Kimi hayaller son derece kanaatkârdır, kimi hayaller ise aklın hayalin alamayacağı ölçüde ütopiktir. Fakat ortada yadsınamaz bir gerçek vardır ki; zaman geçtikçe, yaş ilerledikçe, daha doğrusu birey gerçekleri gördükçe/farkettikçe hayalleri de orantılı olarak küçüldüğüdür. Farkına vardığınız her gerçek, hayallerinizin ölçeğini bir derece daha küçültür; farkına vardığınız her bir gerçek, aklınızda beliren bir kırılma noktasıdır.

Açık sözlü olmak gerekirse; çocukluğumdan ergenlik çağımın ortalarına kadar kurduğum hayaller farklılık gösterdi. Mimarlıktan, ataşeliğe herşeyi olmak istedim. Fakat çocukluğumdan beri; farklı yaşam hikayeler, farklı toplumlar ve onları gelenekleri son derece ilgimi çekmiştir. Hayal meyal hatırlıyorum: 10'lu yaşlarımın başında bir gün dünyadaki 6 milyar civarındaki insanın ve binlerce çeşit ırkın oluşturabileceği farklılığı düşündüğümde kendi kendime dehşete kapılmıştım. Lise yıllarına geldiğimde memlekette onlarca farklı kültürün, toplumun, dinin, dilin varolduğu, hepsinden önemlisi bunların memleketin sınırları içerisinde birarada olabildiği için kendimi şanslı hissetmiştim. Buna dayanarak o zamanlar bir hayal kurmuştum: Bundan 15 yıl sonra bir gün umarım Yezidi bir arkadaşım ve Rum sevgilisiyle bir Ermeni meyhanesinde Kürtlerle birlikte eğlenebiliriz.

Tabii memleketin 100 yıllık tarihi bu hayalin elverişliliğini yeterince daraltmıştı. Önce Ermeniler, sonra Rumlar, sonra bir kısım Kürtler. Yezidilerle Süryaniler de kaşla göz arasında kaybolmuşlardı. Yine de umutsuz olmanın alemi yoktu, elde kalanlarla böyle güzel bir ortam tesis edilebilirdi. Aykırı sesler olabilirdi ama herkesin fikri kendineydi. Nihayetinde zorla güzellik olmazdı.

Bu hayalin şimdiye kadar kurduğum en saf hayal olduğunu 3 yıl önce birileri hatırlattı. Hrant Dink'in Şişli'de üzerine gazete kağıtları serilmiş cesedi "Kendine gel lan, yok öyle birşey!" dedirtti bana kendi kendime.

Üzülmüştüm. 50'li yaşlarda bir editörün adam gibi bir ayakkabı giyemeden ölmesine, Anadolu'dan farklı bir kültüre mensup bir insanın daha eksilmesine üzülmüştüm. Fakat yukarıda bahsettiğim hayalimi tuzla buz eden asıl kırılma noktası bu ölümü izleyen olaylar olmuştu. 20, hatta 19 Ocak 2007'de toplam 300bin/400bin (belki de daha fazla) insan Taksim'de, Osmanbey'de "Hepimiz Ermeniyiz!" diye haykırırken, bazıları ise "puahaha bir Ermeni öldü hepimiz Ermeni olduk. Allah Bülent Ersoy'u korusun!" diyebilecek yüzsüzlüğe sahipti. Korkuyorum diye haykıran, neredeyse aman dileyen ve bu ülkeyi "Evet bu topraklarda gözümüz var ama alıp götürmek için değil, gömülmek için" diyebilecek kadar seven bir adamın arkasından Kurtlar Vadisi'nden gördükleri iki komplo teorisinin içine sıkıştıracak kadar basitleşebildiler. Onu arkadan vuranı Türk Bayrağı ile çektiler. Kimileri "1,5 milyon +1, heheheh" diyebildi. O Aydın Doğan'dan, taraflı medyadan dem vuran kıraathanelerin 30 yıllık Ortadoğu uzmanları adamın 2 yazısını okumadan medyanın verdiği "temiz/kirli kanlı" bir cümleyle adamı hain, kansız, bölücü yaptı. İşte bunları gördükten sonra bir hayalim yıkıldı gitti olmamışçasına.

Yalnız birşey söyleyeyim de içimde kalmasın: Hakkaten hepimiz Ermeniyiz! Hakkaten hepimizin kanında bir Ermenilik var. Bazısının babasının anneannesi, bazısının dedesi; hani o Metin diye bildiğiniz dedeniz Mikael, Hasret diye bildiğiniz babaanneniz Heranuş. Çoğumuzun, hem de büyük çoğunluğumuzun 2 3 kuşak üstü "evlatlık". İnanmayan varsa araştırsınlar, rahmetlilerin kimliklerinde "muhtedi" yazıyor mu, yazmıyor mu. Hepimizde ama hepimizde bir "kansızlık" var. Hadi diyelim sizde yok, o zaman yanınızdaki bir arkadaşınızda, öğretmeninizde, müdürünüzde; var! Hele ki İç Anadolu, Akdeniz, Doğu yörelerindenseniz s*çtınız! % 1000 kanınız bozuk arkadaşlar.

Çok az kalmıştı. Bizim bizi farketmemize, bu ülkenin bekasını hep beraber düşünmemize gerçekten çok az kalmıştı. Fakat bir grup; sevdiğini iddia ettiği bu ülkeyi onlardan daha çok seven, daha çok bölünmez bir bütün halinde görmeyi arzulayanları ezip geçtiniz. Kısacası genç neslin geleceğinin içine s*çtınız.

Yazıklar olsun!

( Bu yazıyı çok entel kuntel görebilirsiniz ama içimden ne geldiyse onu yazdım. T**** geçmeyi düşünen varsa da lütfen çekinmeden geçsin. Ne de olsa ağlanacak halimize güldüğümüzün resmidir.)