30 Aralık 2009 Çarşamba

İşte böyle bir sene geçiverdi

Nasıl geçtiğini anlamadığımız, gülüp eğlenip aynı zamanda acı da çektiğimiz bir yılın daha sonuna gelmiş bulunuyoruz. Kimimiz bu yılı/bu on yılı geride bırakacağımız saatleri ailesiyle beraber, kimimiz bir arkadaşının evinde, kimimizse dışarıda birşeyler yaparak geçirecek. Şimdiden herkese yarın için iyi eğlenceler diliyorum.

Aslında enteresanlıklarıyla dolu bir yıldı bu yıl. Hem memlekette, hem dünyada, hem de etrafımda tek tük bile olsa, iyi veya kötü 2009 anıları oldu. Bunların şu an aklımda kalanlarını, artık karman çorman dahi olsa yazayım;

> Elemanın biri duşta Gülben Ergen şarkısı söyledi,
> "Salak yemin ederim gerizekalı bu çocuk!" videosu izlenme rekoru kırdı,
> Siyaset jargonuna "Açılım" sözcüğü girdi
> Ezel in, Kurtlar Vadisi out oldu
> "Hangover" isimli Amerikan komedisi film vizyona girdi (ki şiddetle tavsiye ediyorum)
> Kürtlerin partisi bir daha kapatıldı
> "Elifnağme" programını sunan kadın da şarkıcı oldu
> Ertuğrul Özkök yazarlığı bıraktı
> İtalya Başbakanı Berlusconi, Putin'le girdiği iddiayı kaybedince Rus arabasını makam arabası yaptı
> Üniversitemizin rektörü değişti. Yeni rektör Nihat Berker oldu.

Benim hayatımda ve etrafımdaki değişiklikler zihnimde daha çok canlanıyor tabii ki. Her birini söylemeyecek olsam da bunların bir kısmı şöyle oldu:

> Apolitik bir birey olmaya karar verdim
> İlk kez yazokuluna kaldım
> Acı çekerek kaldığım "Üretim Sistemlerine Giriş" dersinden yüksek bir notla geçerek hocayı adeta g*t ettim
> 10 hafta boyunca hemen hemen aralıksız bir şekilde hayatımın en iyi performansıyla ders çalıştım
> Hiç beklemezdim ama 3.sınıf oldum
> Çorum-originated arkadaşım Caner önce SPS, sonra Ekonomi'ye geçti. Bununla da kalmayıp iş bile buldu.
> Gül aşireti 22 günde partial devr-i alem yaptı
> Göbek yaptım.
> Tam bir Ezel fan oldum.
> Ekürim Çağlar Köksal'la seçime girdim
> Kaldığım yurtta tüm 3.sınıf erkeklerini aynı yurda yerleştirdiler. Artık bu yurt tam bir "Gebze".
> Çeto bu yıl boyunca ağzına sigara koymadı (Daimi olmasını diliyorum).
> İstemsizce etrafımdaki herkesin dilini "Allæmaned!" kelimesine alıştırdım.
> Kurban Bayramı'nda ilk kez bir büyükbaş hayvanının arkasından koşan 6 7 kişiyi çıplak gözle gördüm.
> Anneme MSN kullanmayı öğrettim.

Sürdürmekte olduğumuz akademik, ailevi ve kişisel hayatlarımızın ağır sorumluluklarının bize çektirdiği sıkıntılara rağmen; yaşamak temelde güzel olduğundan güzel bir seneydi. Umarım 2010 yılı hepimiz için daha iyi, başarılı ve yükseliş dolu geçer.

Herkesin yeni yılını en içten dileklerimle kutluyorum.

23 Aralık 2009 Çarşamba

Kep mi atıcaz, huni mi?

Adetim değildi ya, en sonunda o da oldu: Bir sınava 2 hafta öncesinden çalışıyorum! Aslında bunda herhangi bir yanlış yok, hatta ne güzel değil mi? Fakat değil. Çirkinliğiyse şurada: sınavıma 2 hafta önceden çalışmamın altında yatan neden bu Cuma'dan başlayarak haftaiçindeki her güne bir ödevimin ya da rapor teslimimin olması. Üstelik bu 2 hafta önceden çalıştığım sınavın bir gün öncesinde de bölümümüzün en çılgın dersinin sınavının olması olayı daha da çirkinleştirip, bizi daha acınası hale getiriyor.
Tabii bizim dönem böyle yakınınca birkaç tane dahi&idiot arkadaş çıkıp; "Ağlamayın bee, ne zorluğu?" ya da "E çalışın sizde canım!" diyebiliyor. Kendilerine "Ağzı olan konuşuyor" demek istiyorum. Zaten biz demiyoruz ki "Oh evet! Çalışmadan yatarak geçelim dersleri, ortalamalarımız çılgınca fırlasın!". Biz diyoruz ki; elbette çalışalım, sınavlar öyle kolay falan da olmasın ama bari sınav ve ödev tarihleriyle, aynı güne 3 deadline koyarak şu akademik hayatımızı psikolojik savaşa çevirme! Neden şu öğrenciyi bir günde 8 saat boyunca finalde zorlarsın?
Aslında buna neden olarak gördüğüm birşeyler var. Mesela; düşünelim ki adam 90'lı yıllarda memleketin en iyi okulundan iyi dereceyle mezun olmuş, gitmiş master degree'yi Amerika'da Technical University'den almış (tabii ekleyelim ki Amerika görmüş). Oradaki öğrencileri, hayatı görmüş; çoğu yurdum insanı gibi yoğun bir aşağılık kompleksi edinip gelmiş. Burada bizim okula girmiş ve 30'lu yaşlarının ortalarına gelmiş (akademi için yolun başı diyebiliriz). Adam "iyi akademisyen" olmayı amaçlamış, o kadar Amerika gördükten sonra mümkün değil ki olduğun yerde kalmayı hazmedebilmek! "İyi akademisyen" olmanın yolu da öğrenciyi zorlamak, öğrenciye "Bak bu ders zor ha, xxx hoca kolay değildir öyle!" dedirtmekten geçiyor diye düşünüyor. Eğer ki bu hoca 30'lu yaşların başında yahut 20'li yaşların sonundaysa genç ve dinamik öğrencilere ayak uydurma ve cool gözükme çabasıyla espri yeteneği olduğunu düşünüp küstah cevaplarıyla Gregory House bilem olabiliyor. İşte biz de bu yüzden acı çekiyoruz.
Neyse; şu dönem bir kazasız belasız geçsin de, akli dengemiz bozulmasın da başka birşey istemiyorum.

19 Aralık 2009 Cumartesi

"The Ezel Night"


Son yıllardaki gözlemlerime dayanarak söylüyorum: Yabancı diziler çok sevilir, düzenli olarak takip edilir. Fakat hiçbiri, iyi veya kötü ama sürükleyici bir yerli dizinin etkisini bırakmaz. Yabancı diziler öyle ders arasında, ödev sonrasında izlenip, laf arasında ufak bir muhabbette konuşulurken; yerli dizinin konumlandığı nokta bambaşkadır. Yerli dizi seramoniktir; "Prime time" dilimine gelen o an sokaklardan çıt çıkmaz, mesela bizim okulda TV salonlarında toplananlar olur vesselam. Örneğin; Lost (izlememiş olsam da) laf arasında konuşulur, tartışılır, herkes şu sayısal loto sayı öbeğinden bahseder. Ama Kurtlar Vadisi bambaşkadır, akşam onun için sözleşilir, toplaşıp izlenilir. Reklam sırasında yorumlar yapılır falan, fenomendir o.
İşte bu aralar memleketimizin yeni bir fenomeni vardı: Ezel. Başrolünde sert, yürekli, delikanlı, iyi niyetli fakire fukaraya yardım eden, tek kelimeyle Allæmaned abimiz Kenan İmirzalıoğlu vardı. Dedim ki başta, "Kesin Kurtlar Vadisi'ne rakip çıkarttılar". Sonraki haftalarda insanlar çılgınca bu Ezel'i izlemeye başladı. Ben de Kapalıçarşı izliyorum bu arada (bu ara çok fena yerli dizilere sardım anlaşılacak o ki (: ), Ezel izleyenlere ayar oluyorum "Ulan hala mı Deliyürek kafasında bunlar?" diye. Sonra baktım bizim kampüsün yarısından fazlası Ezel izliyor. Öyle ki, kampüsün en entel kuntel popülasyonu bile ders arasında sigara içerken "Abi Ezel de Ali'ye ne posta koydu dimi ya! Eyşan'la ne zaman sevişirler acaba?" gibi sözler sarfediyor. Bunlara dayanarak geçen Çarşamba akşamı "Dur lan neymiş bu Ezel?" diye açtım ilk bölümü. Şu an 12.bölümünü odacak merakla bekliyoruz (:
Spoiler vermekle genel konuyu anlatmak arasındaki o ince çizgiyi çok ihlâl etmeden anlatayım: Kısaca dizinin anlattığı; saf, fakir ama gururlu bir gence yapılan ihanetin intikamını yıllar sonra Ezel Bayraktar isimli; çok afedersiniz para s*çan, içkisi kumarı olan, cazibeli abimizin alma çabası. Tabii konuya çok girmek istemesemde dizide kurgu ve oyunculuk (Cansu Dere hariç) gayet iyi. Özellikle Ramiz Dayı olarak Tuncel Kurtiz, yine ve yine muhteşem oynuyor.
Bu sebeplerden ötürü bende artık "Ezel night"ın esiri olan kitlelerin arasına katılmış durumdayım. Tavsiyem odur ki: Önyargılı davranmayın, izleyin. Kültürünüze kültür katmıyorsunuz elbet ama güzel vakit geçiriyor, keyifle ve bağımlılıkla izliyorsunuz.

18 Aralık 2009 Cuma

Ben en iyisi kendimi denetleyeyim

Derslerdi, sınavlardı, ödevlerdi derken buraya yazmayalı 3 hafta kadar olmuş, zamanın nasıl geçtiğini anlayamamışım. 2 yazı yazıp bırakmış gibi oldum, çok boşladım da; neyse ki daha hevesimi tam almadım deli gibi yazıcam.
Buraya yazmadan geçirdiğim 3 haftada sık sık sınava girdim, ödev yaptım, ömrüm boyunca süreklilik halinde yapacağıma inanmadığım bilimum akademik faaliyeti Aralık ayına doldurdum durdum. Fakat aslında buraya yazmadığım dönemde bu akademik koşuşturma haricinde anlatılabilecek kaydadeğer tek şey, girdiğimiz seçimdi herhalde.
Tatilden dolayı okulda pek seçim havası kalmamıştı (zaten bu zamana kadar ne kadar olduğu da tartışılırdı ya...). Üzerine bir de seçim gününe 2 sınav denk gelince hiç hoş olmadı tabii. Seçim günü sandığın oralarda durup tekrar seçimi hatırlattık, oylar kullanıldı falan. Sonra oylar sayıldı, kaybettik (ama söylemeden geçmeyeyim, Çağlar'a 30 -40 oy taktım (: ). Zaten bu işi inanılmaz derecede ciddiye alıp, kafamıza takmamıştık; haliyle ne üzüldük, ne bozarıp kızardık. Normal hayatımıza devam ettik. Kazanan arkadaşlara başarılar diledik, gidip klasik geyiklerimize devam ettik.
Tabii bu seçim günü etrafı pek bir gözlemleme fırsatım oldu. Aday arkadaşlarımızın ve onlara yardım eden arkadaşlarımızın bizim Öğrenci Birliği'ni ne kadar ciddiye aldığını gördüm, canla başla çalışıyorlardı. Vallahi utandım, "İyi ki seçilmemişiz ya!" dedim. Daha aylar önce küfür kıyamet boğaz boğaza gelen arkadaşların 40 yıllık dostluğunu ve aylardır süren sohbet muhabbetin ardından 1 haftada bize ne kadar yabancılaştıklarını gördüm. Bilipte tanımadığım insanların kıytırık bir unvan için ne kadar küçülebildiklerini bile gördüm. Bir de çok basit ama etkili bir seçim stratejisine şahit oldum. Ama öyle birşey ki; propaganda, afiş, vaat falan gerek yok bunlara: Oy pusulasında adayın yerini söyle yeter. E garipsedik tabii bunları.
Sonra hayatta yaşadığınız her andan çıkarılabilecek sıradan sonuçlar gibi, tabii ki bende bu gözlemlerimden birkaç sonuç çıkardım. Misal; birşeyi çok istiyorsunuz. Ama o kadar çok istiyorsunuz ki; sürekli ona ulaşabilmek, sahip olabilmek için planlar kuruyorsunuz. Emek harcıyorsunuz, gerektiğinde kural tanımıyorsunuz. Şüphesiz ki, ona ulaşırsınız. Fakat kırılma noktası burada olur ki: Ona ulaştıktan, onun tadını aldıktan sonra onu asla bırakmak istemezsiniz ve onu kaybetmemek için korursunuz, korurken önlemler, kimi zaman önemli kararlar alırsınız ve değişirsiniz. Bu değişim her türlü olabilir: Kimi zaman bir dostunuzu, kimi zaman selam verdiğiniz birini tanımaz olursunuz. Bazen ilkelerini çiğnersiniz, onun dışındaki ideallerinizi hiçe sayarsınız. Ona ulaştıktan sonra siz siz olmazsınız, o sizi bozar. Bu, ona ulaşmadan önce bozulmanızdan daha tehlikeli bir durumdur, çünkü ona ulaşmadan evvel kulak verirsiniz etrafınıza, kendinize gelmek için hala vaktiniz vardır. Fakat sonrası; bu ihtimali öyle önemli bir ölçüde düşürür ki, geri dönülmez bir noktada bulursunuz kendinizi. Yani; bu örneğe uyarlayacak olursak, koltuk adamı bozar. O yüzden dedim ki seçimden sonra kendi kendime, her ne kadar öylesine de girmiş olsak, bu işi kendimize tasa etmemişsek bile, iyi ki seçime girmişiz ama iyi ki seçilmemişiz.
İyi ki seçime girmişiz, çünkü bundan sonra Çağlar'la "Abi bir seçime de girmedik" demeyiz. Üstelik hiçbir hırs, hile, hurda yapmadan sürdürdük kaybedene kadar. Kimsenin önünde oy için eğilip bükülmeden girdik seçime, sadece hatırlattık. Çünkü zaten oy veren arkadaşlarımız bizi tanıyan, samimiyetimize inanan insanlardı. İyi ki de seçilmemişiz; belki koltuk bizi bozardı. Yani Çağlar'ın ağzından çok duydum "Rektörlükteki çaycıyı bağlıcaz, transkriptimizi beleşe alıcaz!" gibi sözleri (:
Böylece başımızdan bir seçim geçti gitti. Seçilen arkadaşlar umarım ki güzelce çalışıp öğrenciye bilimum avantaj ve alternatif sağlarlar. Belki biz de bu sayede kalan öğrenciliğimizi daha rahat, daha olanaklar içinde geçiririz. Artık olduğu kadar (:

(Bu arada burada başka birkaç şeyden de bahsedecektim de baktım yazı uzuyor, onları yarına bırakayım dedim. Bir daha da okuyanı yorup böyle uzun yazılar yazmayacağıma söz veriyorum. Hani o kadar seçime girdik, hakkında yorum yapmamışta olmayalım.)

29 Kasım 2009 Pazar

H1N1 nelere kadir


Sabancı öğrencisi için çok hızlı cereyan etmesi muhtemel bir sınav dönemi öncesinde nimet olan, domuz gribi korkusu kaynaklı, Kurban Bayramı ile birleştirilmiş bir 10 günlük tatilin daha sonuna gelmiş bulunuyoruz. Yine kimilerimiz, içinde öğrencilik vicdanı barındıran genç dimağlar olarak, "Ulan 6 ödevim var ya, hepsini yapıcam üzerine Cuma günkü midterm'e çalışıcam", "4 haftadır derse gitmiyorum ama tatilde çalışıp tüm açığımı kapatıcam", "Tatilde kendimi sabah 7.30'da kalkmaya alıştırıcam", "Tatilde şınav çekmeye alışıp, spora başlayacam" gibi iddialı laflar etse de biliyorum, yine bir bok yapmadı. Olsun, en azından kayıp zaman geçirmedik, yattık uyuduk yedik içtik, eğlendik iyi oldu.

Benim bu tatil ile alakalı ve garipsediğim olay şuydu: Haftanın ilk 3 gününün Kurban Bayramı ile birleştirilip 10 günün tatil edildiği kararı 19 Kasım sabahı açıklandı. Tüm okul sevindi, mutlu oldu vesselam. Tabii biz karmaşık duygular içerisindeyiz (malum Çağlar arkadaşımla vice-president olmaya göz diktik, seçim meçim uğraşıyoruz). Tamam; tatil yatma uyuma bunlar güzel şeyler de neden tatil olmuştu? Herkes bir an önce gitsin de domuz gribi bulaşmasın kimseye diye. E 19 Kasım saat 23:59 sonrasında ne vardı? 20 Kasım çıldırması'nın 1. yıldönümü!
Yani ilk spontaneliğinden dolayı bi 700 kişi olmasa bile (ki ben onda yoktum, o yüzden bu 20 Kasım'a en özenenlerden biriydim) A yurtlarının arasında 400 kişinin hep beraber hoplayıp zıplayıp, çamurlara bulanıp salyalarını akıtarak birbirlerine sarılacakları belliydi. Yani o kaynaşmadan sonra bırak H1N1'i H ve N'in tüm kombinasyonuna sahip virüsler herkesi vurabilirdi. Diyeceğim o ki; tatil oldu, güzel oldu, hoş oldu da amacına hizmet etmedi. Birşey olmadıysa da şansımıza olmamıştır. Okuyan diyecek ki, "Ulan sanane, bedavadan yattın daha ne istiyorsun?". Ben memnunum zaten, öyle "Memleket olarak tembeliz, çok tatil yapıyoruz ya! Oysa Japonlar öyle mi?" diyen biri olmadım hiçbir zaman. Ama işte mevzunun kendisi ironik geldi.

Çocukluğumdan beri her Kurban Bayramı'nda şu televizyonda gördüğümüz inek, öküz gibi büyükbaş hayvanlarının kaçış sahnelerini çıplak gözle görmek isterdim; bu bayrama nasip oldu. "Nerde o eski bayramlar?" deyişini andırırcasına Bayram namazına uyanmadığım ve umarsızca 11'lere kadar uyuduğum bayramın ilk günü balkona çıktığımda bir Milka ineğinin sokağın bir başından öbürüne kaçarken arkasında "Huooo!" diye naralar atan 4 5 kişiyi koşturması benim nezdimde şu bayramın en hatırlanır anı olarak kaldı.

Tabii bu görüntülerin akabinde bayram ziyaretleri sırasında bu kadar güzel görüntülere tanık olmadık. "Hæydibismillæh!" diye çok kan aktı, sokaklar caddeler ciğer, dalak, böbrekle doldu taştı. Kurban kesilmesine karşı değilim; en nihayetinde 1000 yıldan fazla süregelen bir adet, dini bir gereklilik olduğu gerçek. Ama e beyamca, madem yılın 4 günü natural born killer oluyorsun; mübarek gündür, bırak münafıklığı, sıyrıl küffarın arasından da "Temizlik imandan gelir!" diye temizle döktüğün kanı, çıkardığın dalağı değil mi? Sen onları sokakta bırakınca 7 yaşındaki kız çocuğu onu görüyor, 20 yıl sonra vejeteryanlıkla başlayıp, Hinduizm'e giden yola giriyor. Zannımca nahoş bir durum.

Bu bayram ailemi, akrabalarımın bir kısmını gördüm, şeker tatlı yedim. İlginçtir, para almadığım da söylenemez. Fakat lise yıllarından beri peşimi bırakmayan talihsizlik beni bu bayramda yine vurdu: Uzamış saçlarımı yine ve ısrarla yanlış kestirdim! Tıraş eden abiye o kadar söyledim; "Biraz kısaltalım", "Favoriler kalsın" dedim. Ama ne biraz kısaldı, ne de favoriler kaldı. E herşey olup bittikten sonra adama ne diyeceksin? "Abi naptın? Ama böyle değildi?" dedim, "Kusura bakmayın, unuttum" falan filan. Geçen sefer de böyle bir kazaya kurban gitmiştim. Bir adama biraz kısalt dedim, yanlışlıkla 3'e vurdu (daha doğrusu vurduğunu iddia etti). Sonra makinaya baktığında aslında 2 vurmuş olduğunu anladı. Tabii ki artık gittiğim Bahariye'deki o erkek kuaförüne gitmeyeceğim.

Dürüst olmak gerekirse şu an, yüzüme tavukg*tü betimlemesi yapılmasından dolayı alınmayacağım. Çünkü aynaya bakınca bir 2002 Dünya Kupası'ndaki Ümit Davala, Amerikan Koleji'ndeki bir nerd, hatta Tenten görebiliyorum.

Neyse ki; domuz gribi temelli, adı haricinde tam anlamıyla bir folbıreyk'i ve içine aldığı Kurban Bayramı'nı daha sıkıntısız bir şekilde atlattık. Şimdi yeniden çılgın ödevler, süre bazında ÖSS'yi hatırlatan sınavlar; gerek efemine tavırları, gerek kompleksli halleri, bazen de sevdiğimiz yönüyle dilimize dolanan hocalar ellerinde kazıkla bizi bekliyorlar. Umalım ki, şu yoğun dönemi mümkün olduğunca sıkıntısız atlatalım ve herkesin geçmiş Kurban Bayramı ve tatili iyi geçmiş olsun. Bir de Çeto kardeşimin domuz gribi geçmiş olsun ve tatilden dönen kimse H1N1'e avlanmamış olsun (:

27 Kasım 2009 Cuma

Selamünaleyküm mahiyetinde

Efendim; yıllarca arkadaşlarımın açıp bir narrator edasıyla yazdıkları blogları takip ettikten sonra kendi kendime "Ulan benim neyim eksik? Aslında ben de zaman zaman görmüş geçirmiş bulunduğum, maruz kaldığım enstantaneler silsilesini eş dostla paylaşabilirim!" dedim ve "İçimdeki Ahmet Altan'ı çıkaracağım!" mottosuyla bu blogu açmaya karar verdim (Fakat sizi temin ediyorum ki, kendisi gibi "Toscana'da dağ eteğinde taştan bir ev içinde barış havasında sevişmek istiyorum" tarzında cümleler kurmayacağım). Nedir burada bir nevi paylaşacağım? Gün içimde başımdan geçen çılgın bir vaka, duygulandığım veya öfkelendiğim zaman içimdeki hissiyatı tasavvur edecek bir not, takdir yahut lânet getireceğim güncel bir siyasi mesele, gün içinde elime ulaşan ifşa edilesi bir fotoğraf; kısacası duruma göre herşey paylaşılabilir.

E peki neden "Komiklik şakalar..." ? Çünkü koca bir şakanın içinde yaşıyoruz. Kanımca yer yer şahit olduğumuz ve epic fail bir olay da koca bir şaka, bizi derinden sarsabilecek üzücü bir hadise de belki de beklenmemişliğinden koca bir şaka, iniş ve çıkıştan ibaret olan şu ahir ömrün inişten çıkışa, çıkıştan inişe geçtiğimiz her anı bizim için koca bir şakadan ileri geliyor. Fakat bu vecizeyi başlık yapmamda en büyük faktörün Cem Yılmaz olduğunu söylemeliyim (gerçi söylememe gerek yoktur ama (: ). Neyse ki başlığı değiştirebiliyoruz, ayarlarda gördüm. Yarın öbürgün geçirilmesi olası ruhsal devinimlerim sonucu bir baktım ki emo olmuşum, yahut gevşeğin teki, yahut başka birşey; o başlık değişmiş. Hiç belli olmaz.

İlk not için bile uzun oldu gerçi, burada bitireyim de sonra devam edeyim. Daha neler yazıp, ne fotoğraflar koyacağım neler... Beni yakın arkadaş belleyen herkes, maalesef bu blogun açılmış olmasından mütevellit risk grubunda yer almaktadır.

Velhasılkelâm, selamünaleyküm! (: