10 Mayıs 2010 Pazartesi

Baykal mı? Baykal ne arar la Adult'ta?


Sonunda Türkiye'de önemli bir kesimin beklemediği ama son 10 yıldır arzuladığı hadise gerçekleşti ve Deniz Baykal, CHP Genel Başkanlığı'ndan istifa etti. İstifa gerekçesi tabii ki son 2 3 gündür tüm ülkenin dilinde dolaşan, kimilerinin bilgisayarının kıyısında köşesinde duran şu seks sonrası sahneler.

İnsan garipsiyor: Aktif siyasete girdiğinden beri yükselen, parti genel başkanlığı koltuğunu kapan ve 18 yıl boyunca (1999 genel seçimlerinden dolayı 9 ay çekilmesi hariç) kimseye kaptırmayan adamın g*tü açıkta görüldükten sonra kendini istifa etmesi gerektiği yönünde hissetmesi... Esadım'ın bu konuyla ilgili bana ilham veren net bir sözü oldu: "Ulan iki g*te adam gitti ya!".

Tabii istifanın sebebi bu olunca, Hürriyet gazetesi tabiriyle "tartışmaları da beraberinde getiriyor". Özel hayat mahremiyetinin kalmaması, adamın bir komploya kurban gitmiş olma olasılığı, "Varan 2"nin çıkacağını duydu diye istifa etmiş olması, iktidar mücadelesinden dolayı tüm özel alanının ifşa edildiği iddiaları... "Karısı da çirkin ama be!" diyenleri bile duydum. Fakat tüm bunların arasında en ortak kanı şuydu: "Tamam kötüydü, başarısızdı ama böyle gitmemeliydi!"

Açık söylemek gerekirse Deniz Baykal'ın bu kadar acınası, saf, naif görülmesi ve gösterilme çabası beni son derece rahatsız ediyor. Tayyip Erdoğan'ın Allah'lı şeriatlı YouTube videolarını, Abdullah Gül'ün The Guardian'a verdiği demeçleri toplum olarak unutmazken; nedense Baykal'ı bir çırpıda unutabiliyoruz. Mesela:

-1970'li yılların ortasında CHP'de Ecevit'e en yakın üyelerden biridir. Enerji Bakanı olarak kabineye girer ve parti içinde Ecevit'in yüzüne gülüp arkasından kulis yapmaya başlar. Bu hareketiyle adı 'Hizipçi'ye çıkar, TDK sözlüğünde kelimenin örneği olarak adı geçer (bkz. Baykal Hizipçiliği).

-Bir 12 Eylül sonrası dönemde sahneye çıkması yasaklanan Bülent Ersoy'a para karşılığında sahneye çıkma fırsatı sağlayacağı iddiaları yer alır.

- 1992'de SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın'a, Ecevit'e yapamadığını yapar ve SHP'yi yeniden kurulan CHP'nin içine katarak 18 yıllık parti içi hegemonyasının başladığı dönemi açar.

- "Atatürk'ün partisi" söylemiyle "Laik, demokratik bir hukuk devleti"ni savunan CHP'yi kendi partisine dönüştürür. Öyle ki; ona çalışanı yükseltir ve itaat ettirir, fakat onu eleştireni ihraç eder / ettirir. Parti o kadar demokratikleşmiştir.

- Mustafa Sarıgül'le girdiği rekabette; (ki kendisini de günahım kadar sevmem) olağanüstü kongredeki 2 saat Genel Başkan ve 1 saat aday sıfatıyla toplam 3 saatlik konuşmasında Sarıgül'e, karısına, hatta çocuklarına bir küfür etmediği kalmıştır.

-AKP'nin Avrupa Birliği'ne girme politikasını acımasızca eleştirir, fakat 22 Temmuz seçimlerinden evvel en büyük seçim kozu Avrupa Birliği'ne girmek olur.

-Partiye emek vermiş gerçek sosyal demokratları; ya Tayyip'le girdiği gereksiz/temelsiz tartışmalar dolayısıyla partiden soğutur, ya da partiden uzaklaştırır. Onun yerine arkasını kollayan ve onun kadar tutarlı(!) Kemal Anadol, Önder Sav, Mustafa Özyürek gibi tokyemiş amcalarımızı yanında tutmaya devam eder.

-Hala CHP'ye umutla bakabilen azınlığı sebebi, Tunceli'li Kemal Kılıçdaroğlu'na yapılan Onur Öymen'in "Dersim Katliamı" saygısızlığına hiç ses etmez, çıt çıkarmaz.

-Önce türbanlı teyzemi itin g*tüne sokar seküler teyzeme umut verir, sonra türbanlı teyzeme rozet takar ve seküler teyzemi g*t gibi bırakır.

-Tüm bunların üzerine, bölgelerarası gelir adaletsizliğinin artıp alım gücünün gittikçe azaldığı güzel ülkemde; yoksulluk sınırı 2000 tl'yi geçer, asgari ücret 560 tl'dir, fakat Baykal hiç utanmaz. Çatır çatır alır 10000 tl'ye yakınsayan (geçmiş bile olabilir, bilmiyorum) milletvekili maaşını. Hiçte çekinmez, durup düşünmez, saldırır Bilal'in gemiciğine, Unakıtan jr.'ın yumurta fabrikasına.

Bir bireyin özel hayatı bu kadar ahlaksızca ifşa edilmemeli, çok doğru. Fakat Baykal, rezilliklerle/üçkağıtçılıklarla/ çirkefliklerle dolu bir siyasi hayatın sonunda böyle gitmeyi sonuna kadar hakediyor. Umarım bir daha dönmez (ne de olsa huyudur, yapar mı yapar), umarım mayosuna kramp girmesin diye bağladığı filketesiyle Akdeniz açıklarında yüzer. Bu ülkenin geleceğinden uzaklara doğru...

9 Mayıs 2010 Pazar

İdeolojik bağlamda "özel okul çocuğu" olmak...

Son 1-2 gündür çok sevdiğim arkadaşlarımın bloglarında sürekli "Sabancı Üniversitesi'nde öğrenci olmak", "özel okulda okuyan zengin piçleri" temalı ironik yazılar görüyorum. Gündemi eskisi kadar sıkı takip etmeyen biri olduğum için öncelikle okulumla ilgili yeni bir gelişme olduğunu zannettim. Sonra oda arkadaşım ülkenin değil, kendi arkadaş ortamının gündeminde böyle bir gerilim olduğu konusunda beni uyardı (kendisinin de bu konuyla ilgili kinaye dolu bir yazısı var, çok başarılı). Ben de zaten kendi kendime lise yıllarımdan beri özel okulda okumak ve bu durumun toplumda sosyo-ekonomik olarak ne kadar adil olup olmadığı üzerine kafa patlatırdım. Bu yüzden Sabancı Üniversitesi'nde bir özel okul çocuğu olmak nasıldır, argümanım nedir, ne değildir bunları bir paylaşmak istiyorum.

Efem huyumdur, ortaya bir argüman atıyorsam kendi hayatım üzerinden örneklendirme yapmayı severim. Bu nedenle konunun içinde yer almış bir şahıs olarak "özel okul çocuğu" olma sürecinde neler yaşadığımı ve nasıl sonuçlandırdığımı kısaca anlatmak istiyorum: Bilenler bilirler; ortaokulum bir devlet okuluydu, lisem İstanbul'da sıradan bir yurdum Anadolu lisesiydi ve 15 yıl boyunca Anadolu yakasının en düşük gelirli-orta direk aile bulunduran mahallelerinden birinde ikâmet ettim. Eklemek isterim ki ailemin mesleki olarak devlet memurluğu geçmişi vardır, ikisi de emeklidir. Anlayacağınız orta gelirli bir ailenin çocuğuyum.

Yine bilenler bilirler ki, ideolojik olarak üniversite öncesindeki yıllarımda katı bir tutuma sahip olmam dolayısıyla özel okul ve türevlerine karşıydım (yani az sonra acımasızca eleştireceğim kitleden biriydim). Tercih döneminde ısrarla devlet okulu istememe rağmen ailem eğitim kalitesini bahane ederek beni özel okullara vermeye zorladığında, üzerine Sabancı Üniversitesi çıktığında son derece gönülsüzdüm. Zaten program olarak istemediğim ne varsa buradaydı.

Sonra Sabancı'yı tanımaya başladım. Önce bir kitleyi tek tipleşmiş olarak kabullenemeyeceğimi anladım, harika arkadaşlıklar kurdum. O kadar muhteşem insanlar tanıdım ki şu okulda, sayısız vasfı ve sahip olduğu fırsatlara rağmen sorumluluk duygusu gelişmiş ve böbürlenmeden yaşayabilen karakterleri vardı. Sonra akademiyi tanıdım. Dürüst, ahlaklı ve öğrenci dostu bir akademisyen nasıl olunurmuş, bir ders öğrenciye nasıl sevdirilirmiş daha hazırlık senemde (bkz. Engin Kılıç) bunu gördüm. Okulun tanıtım ekibine girip 3 yıl çalıştım ve çalışanları tanıdım; ne kadar iyi niyetli, canla başla öğrencinin dostu olarak çalışan insanlar gördüm. Tabii ki son 2 yılda gelen zamlar ve 1 2 ufak sorun tadımızı da kaçırdı ama mesele bu değildi ki! Mesele böyle bir haksızlığa beraber küfür savurabileceğim onlarca adam bulabilmekti bu okulda, ki buldum da (her ne kadar 3000 kişi böyle olmasa da, zaten olmasın da gerçi). Yani Sabancı bana bir meseleye sığ değil; geniş ve farklı taraflardan bakabilmeyi, gerçek üniversitenin ne olduğunu, buna ek olarak (ve en önemlisi) "özel okul piçleri"nden de dost, kardeş olabileceğini öğretti.

Gelelim bu yukarıda bahsettiğim kitleye: Devlet okullarında okuyan bir grup insan var (hem lisemden, hem de ondan bağımsız olarak devlette okuyan kimisini kardeş bildiğim ve çok sevdiğim arkadaşlarım var. onların bu konuda aşağı yukarı ne düşündüğünü biliyorum ve onları kesinlikle bu tartışmanın haricinde tutuyorum). Bunların özel okullarla ilgili birkaç cümleyle açıklayabilecekleri 1 2 argümanları var. Aklıma gelenleri tek tek cevaplamak istiyorum:

-Safsatalar-

Safsata 1: "Özel okul zengin çocuklarının yeri zaten!"

Okulumun Tanıtım Ofisi'nde 3 yıl çalışmış ve hemen hemen tüm istatistikleri görmüş biri olarak: Sabancı Üniversitesi'nin %48'i; ya öğrenim ücretinin belli bir miktarından tamamına kadar muaf tutulmaktadır, ya da aylık ihtiyaç bursu, öğrenim ücretini karşılayan ihtiyaç bursu gibi burslar almaktadır. Bu burslar öyle kolay kolay kesilmez, okulun 10 yıllık tarihinde bursu kesilen birkaç kişi vardır. Kaldı ki kendimden örnek vererek bunu yeterince çürüttüğüm kanısındayım.

Safsata 2: "Burslular neyse de, burssuzlar bi' bok yapmadan geçiyorlar!"

E senin okulunda ne kadar bi bok yapmadan ders geçen adam varsa, benim okulumda da o kadar vardır elbet. Onun dışında neler oluyor sana söyleyeyim mi?
Sen 9 tane ders alıyorsun, çoğuna gitmeyip Taksim'de sürtüyorsun, kendini bi bok zannedip "özel okul çocuğu yeaa" diyorsun, tabii bunu Taksim'de iki yere takılıp derin olduğunu zannettiğin bir sohbette bulunup entellektüel kimliğinle yapıyorsun. Sonra son 1-2 gün sınavına çalışıp giriyorsun; başarısızsan ya kalıyorsun ya da ortalama çok düşük diye geçiyorsun, başarılıysan da iyi not alıp kendini bi bok zannediyorsun. "Ben alanımda iyiyim ya, kesin özel okul çocukları bi bok yapmadan geçiyordur!" diyorsun üzerine küstahça.
Ben ne yapıyorum? Allahın dağında hergün derse giriyorum (en salmış halim bile senden daha disiplinli, emin olabilirsin), ödev ve proje yapıyorum. Ne yaptıysam elimden geldiğince öğrenmeye çabalıyorum. Kendini yurtdışında aşıp burada ego tatminine doymayan, alanında bir numara hocalarıma kendimi kanıtlamak için 20lerimin başında bi tarafımdaki kılları ağartıyorum. Sonra ne oluyorum? Özel okul çocuğu.
Karar okuyanın olsun.

Safsata 3: "Özel okul çocuğu fakirin, mazlumun halinden ne anlar? Kapitalist onlar, tuzları kuru. Bizim gibi acı çekmiyorlar, asıl öğrenci biziz."

Ulan 4 yıl boyunca kızlara hava olsun diye 2 tane Ergenekon eylemine gidip "Troçkistim ben!" falan dedikten sonra, fıldır fıldır kariyer günleri kovalayacaksın. Aynı kapıya çıkmayacakmısın benimle, neyin artistliğini yapıyorsun?
Tamam; aramızda durumu çok iyi olanlar, hatta ek olarak kimsenin halinden anlamayanlar da var ama sen kimsin de hepimizi bir tutuyorsun? Okulun içinde kaç tane hem okuyup, hem çalışan adam hiç düşündün mü? Nerden biliyorsun acı çekmediğimi, tuzumun kuru olduğunu?

Hepsini geçtim. Sevgili çakma entel/politik/özel okul çocuğu sevmeyen arkadaşım! Sen samimiyetle savunmasan bile bende senin gibi eğitimde fırsat eşitliğini savunuyorum. Keşke Iğdır'daki çobanın da parası olsa da bir özel okulda okuyabilse, haklısın. Bunun geçici çözümü de, kalıcı çözümü de iyi bir eğitim alıp, alanında belirli bir başarıyı yakalayıp kazandığın her 2'ten 1'ini o çoban için harcamak (bu kadar beylik laflar eden senin için çok ütopik gelmemesi lazım). Bir anlamda, çağımızın sistemi "serbest piyasaya dayalı, rekabetçi vahşi kapitalizm" ile adeta t****k geçmek. Bunu yapabiliyorsan zaten yukarıda aleyhinde ne söylediysem hepsini yutarım, yerime oturur, susarım. Seni takdir etmekten başka birşey de yapmam. Fakat 4 yıl nutuk atıp, benim üzerimden prim yapıp mezun olduktan sonra Unilever Marketing Department'ın 4500bilmemkaçTL maaşına tav oluyorsan eğer, çok afedersin ama y*vşağın tekisin.

Biraz sert bir üslup kullanmış olabilirim yalnız kesinlikle devlet okulunda okuyan öğrenci arkadaşlarımı hedef almak istemedim, bahsi geçen şahıslar kendini genius zannedip beni ve benim gibileri özel okulda okuyorum diye idiot ve kötü adam ilân etmeye çalışanlardır.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Safa Özçiçek anısına...

Bu 'ölüm' o kadar garip ve korkutucu birşey ki, 20li yaşlarınızda bile olsanız sahip olduğu gücün hafife alınmaması gerekiyor. Ölüm küsleri barıştırıyor, ayrılanları / dağılanları kavuşturuyor, kaybedenlere kazandırıyor kimi zaman. Fakat bedel olarak alıyor bir canı; zamansızca, fütursuzca...

Yaklaşık 1 saat önce odama girip bilgisayar başına oturduğumda uzun süredir görmediğim ve çok sevdiğim 2 arkadaşımın bana mesaj attığını gördüm. Onlardan aldığım mesajın sevinci mesajı okuyana kadar sürdü: "Dershanedeki Safa ölmüş... Trafik kazası...". Birkaç saniye içinde ayak parmaklarımın ucundan başlayan karıncalanma tüm vücudumu sardı, sonra birkaç damla halinde dışarı çıkmak için gözlerime iyice baskı yaptı.

Safa'yı lise son sınıfta gittiğim, küçük (hatta hepimizin aile gibi olduğu) ve tüm okul arkadaşlarımın "Dimes" diye dalga geçtiği Bides Dershanesi'nde tanıdım. Öyle çok samimi değildik, hatta o kadar samimi değildik ki; modern çağın arkadaşlık hukukundaki en büyük (!) gerekliliği olan Facebook'ta bile eklememişiz birbirimizi. Oradan ayrılıp üniversiteye geldikten sonra onu hep ağzı kulaklarına varan gülüşü, ders aralarındaki onu bunu çekiştiren geyik muhabbetleri ve tüm dünyayla t**ak geçen umursamaz tavrıyla hatırladım. Kendi halinde takılan, zararsız, öyle iyi bir adamdı işte.

"Trafik kazası...", bunu okuduğumda oturup düşününce çıkarımını 1000 kez yapabileceğim hiç aklıma gelmeyen birşeyi anladım: Hayat bu kadar basit ve pamuk ipliğine bağlı. İnsan doğuyor, büyümeye başlıyor, annesinin en sevdiği oluyor, ailesi onun iyiliği ve refahı için elinden gelenin de ötesini yapıyor ve verilen tüm emek, sevgi, yaşanan güzel zamanlar ve geleceğe dair umut 20'li yaşların başına gelindiğinde bir "Trafik kazası..." herşeyi bir karadelik gibi içine çekip yok edebiliyor.

Eminim ki Safa mükemmel bir insan, eşsiz bir kahraman, rakipsiz bir hayırsever falan değildi. Kendi halinde takılan, zararsız, öyle iyi bir adamdı işte. İnsandı herşeyden evvel, 20'li yaşlarının başındaydı. Daha önünde uzun bir ömür olmalıydı. Hatalar yapabilmeliydi mesela, gerekirse dünyadaki en pis, en saçma şeyleri yapabilmek için fırsatı olmalıydı. Deneyip yanılarak doğruyu yanlışı görebilmeli, ayırt edebilmeliydi. Fakat hayat o kadar basit ki, varoluşsal bir hakkın tabii varlığını yine basit bir "Trafik kazası..." yokluğa çeviriveriyor.

Başta söylediklerime gelirsem, Safa'nın zamansız vefatı bana hatırlamam gereken birşeyi hatırlattı ve öyle 3 gün sonra etkisi geçecek birşey değil: Boşvermeyeceksin hiçbirşeye. Eline geçen tek hakkı sonuna kadar, dilediğin gibi kullanacaksın. Yani Nazım'ın dediği gibi:

"Yaşamak şakaya gelmez,

büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın


bir sincap gibi mesela,


yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,


yani bütün işin gücün yaşamak olacak.



Yaşamayı ciddiye alacaksın,


yani o derecede, öylesine ki,


mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,


yahut kocaman gözlüklerin,


beyaz gömleğinle bir laboratuarda


insanlar için ölebileceksin,


hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,


hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,


hem de en güzel en gerçek şeyin


yaşamak olduğunu bildiğin halde.



Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,


yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,


hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,


ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,


yaşamak yanı ağır bastığından. "



Ben bu yazıyı Safa'ya yazmayı hakeden belki de en son insanım, sonuçta öyle aman aman tanışmıyoruz. Fakat bunları yazmamın altındaki amaç; hayatımın önemli bir bölümünde sıkça gördüğüm, benimle aşağı yukarı aynı yaşta gencecik bir insanın hayatı sonlandığı için en azından bunu haketmesiydi. Kendi çapımda birşeyler yapmalıydım.

Mekânın cennet olsun Safa...